İstanbul mu? Ankara mı? ya da…

2 August 2014
 · 
10 min read
Featured Image

İstanbul mu Ankara mı sorusu, bu aralar yaşam seçimi konusundaki ilk sırasını kimseye kaptırmıyor. Hala nerede yaşamak istediğimi karar verememekle birlikte yanına eklenen yurtdışı mı acaba soruları ise iyice karmaşıklaştırıyor. Maalesef an itibariyle tasımı tarağımı toplayıp, egeye yazlığa yerleşip, bağ bahçe bakayım, domates biber yetiştirip, keyfime bakayım özgürlüğüne henüz sahip olamadığım için, o isteği erteleyip, iş ve hayat konusunda seçimler yapmam gerekiyor.

Bu seçimlerin en başında işten önce yaşamak istenilen şehri seçmek gerekiyor sanırım. Zaten o kısmı seçtikten kesin emin olduktan sonra bir de iş konusunda karar gerekiyor. Bazen ne istemediğimi biliyorum ama ne istediğim konusunda en ufak bir fikrim yok sanırım. Bu da tüm herşeyi büyük bir karmaşaya sürüklüyor..

"Neden Ankara" sorusuna net cevaplarım var aslında. Hep bilmeden istediğim şehir olarak başlasa da tüm maceram, artık bildiğim bir şehir oldu. İstediğim mi emin değilim fakat en azından burada yaşamanın ne demek olduğunu biliyorum. En başta Ankara hayallere sahip olmak demek. Küçük/büyük hayallere sahip olup, bunları gerçekleştirmek için çabalamayı anlatır bana Ankara. İstanbul'da nasıldır pek bilmesem de, Ankara aşık olmak demek sanırım. Koşuşturmanın az olduğu, aşık olma farkındalığının gerçeğe dönüşmesi belki de.. Bir de çevre denilen kavram biraz daha yakın Ankara'da. Herkes birbirini tanıyabilir veya tanışabilir. Bu çevre de çabucak genişleyebilir. İstanbul'da kim kimi tanıdığını hatırlamıyor bile. İş konusunda da, İstanbul'da büyük markalara, büyük işler yapılırken, Ankara'da samimi işler yaparsınız çevrenize veya çalıştığınız ortamda. Ama her yerde il ayrımı yapmayan kaypak, egolu ve paragöz bir iş sahibine sahipseniz, ne yaptığınızdan keyif alır, ne de kendinizi üretici hissedersiniz.

Tüm çekincenin başlangıcı da sanırım burada başlıyor. İstanbul'da da, Ankara'da da yaşayacağınız tek şey mutsuz olacağınız işlere dahil olmak. 20bin lira maaş alıp, elinizde tüm gün viskiyle gezen bi yerde çalışmıyorsanız, mutlu olmaktan bahsetmek mümkün değil keza öyle bir halde de her gün bayağılaşan bir şeyden de, bir yerden sonra mutluluktan söz etmek mümkün değil.

Reklam piyasasında çalışmak sanırım istemiyorum, (büyük konuşup başıma gelmesin de) çünkü kıçını devirip akşam saat 4'te iş yollayıp ertesi güne zorla iş isteyen bi piyasaya çalışmak istemiyorum. Çünkü ben Ego'ya karşıyım. Bir nebze egonun baskın değil, insanın egosuna baskın bir birey olmasını, çok ince noktalarda geçici olarak ikisinin düzeyli bir şekilde yer değiştirmesi kanısındayım. Tasarımcının ben tasarımcıyım böyle olmalı, iş sahibinin ben buranın sahibiyim böyle olmalı mesaisiz bu saate çalışmak zorundasınız, müşterinin de ben müşteriyim parayı ben veriyorum ben istiyorum bu boktan şey olmalı mantığından öte üretilen şeyin herkes açısından en uygun şey olması inancındayım. Tabii ki bu isteğim bir ütopya olduğu için reklam dünyası biraz egale oluyor benim için. Tabiiki tasarım da insanı tatmin edici bir hale dönüşmesi gerekiyor. Bence tasarımı yaptıran ve yaratıcılığı destekleyen şey, bu geri dönüş tatmini. Reklam evet bunu anlık sağlıyor. Çok başarılı bir iş hazırlandığında portfolyonuzda da hep aynı haliyle kalıyor. Fakat şöyle en basitinden linkedin üzerinden bakınca CV'sinde 1-2 sene, 1-2 şeklinde listelenen ajanslar silsilesi oluşturan art direktörlerle dolu. Metin yazarlarına baktığımızda da çoğu böyle olsa da en azından bu açıdan tutarlı daha fazla insana sahipler. İnsanlar mutlu ve bu kadar değişken bir piyasa olmasa daha uzun listeler görülebilirdi. Ha buna ek olarak bu listeye çevremden duyduğum sözleri de eklemek gerek. Ne Ankara, ne de İstanbul'da mutlu reklamcı diye bir şey yok. Duyulmuyor da. Anca besin sisteminin en üstlerinde yer alan creative title'ına erişmiş, tasarımcı veya metin yazarları harici pek yok. Bunlar da sayıca azlar zaten. Müşteri tarafında çalışmak daha iyi sanırım. Bu böyle olsun, şunu şöyle yapalım, mis.

Bu muhabbetin bi sınırı yok, bolca da devam eder. Sektör değişse de, Türk insanı değişmedikçe bunun değişebileceğine inanmıyorum. Bunu da ne ben görürüm ne de benim torunlarım (o düzey). Çünkü bizim temel kıvrak zekamız da; herşeyi ben bilirim kısmından ortaya çıktığı için, herkesin herşeyi bildiği bir ortamda, nasıl yeni birşey üretebilirsiniz ve yaratıcı olabilirsiniz ki? Çünkü karşınızdaki herşeyi biliyor. Siz sadece program kısmını kullanan ve hazırlayan amele aracısınız. Onca yıllık okulu ve emeği boşa harcadınız. Bunun yerine kendi başınıza öğrenip aynı işi yapabilirdiniz nasıl olsa üretimi müşteri yapıyor. Bu düşünce genel açıdan uzaktan baktığımızda, böyle gözüküyor.

İçine girince ise şöyle gözüküyor; herkes tasarımcı, herkes bu işi yapıyor, iyi kötü ayrımı yok, stajyer (köle) mantığı yüksek, ucuz iş gücü aranıyor. Böyle bir ortamda neyi isteyip istemediğimize net karar verebiliyorsunuz. Çevremde bu işle ilgilenen herkes mutsuz. Acaba bazen yanlış bir meslek seçimi mi yaptım diye de düşünmeden edemiyorum. Fakat şu var kısa zamanda geçiminizi sağlayabilecek paralar kazanabiliyorsunuz bu yüzden de kendinizi tam dipte hissetmiyorsunuz (genellikle). Örneğin İstanbul'da, CV'nizde iyi görünebilecek bir yer için stajyer olarak 1 sene boyunca bedavaya çalışabiliyorsunuz. Benim mantığım almıyor. CV tamam iyi şey, iş yapabilirsen şans bulursan o iş portfolyoda da iyi durur da, bedavaya çalışmak herşeyi geçtim çalıştırmak niyedir? Bu gibi şeyleri görünce hayat sorgulamanız sıfırdan başlıyor. Benim şansıma staj için iyi bir yere adım attım, cüzi de olsa stajyer maaşı aldım ve bunun yanında iş olarak bana güvenip iş verip, altından kalkmamı da sağladılar. Bu yüzden kendimi şanslı kesimde görüyorum. 3 ay staja gidip, bedavaya çalışıp, üzerine bi sürü ev kirası yaşamak için para veren arkadaşlarım da vardı. Hayattaki şansım bu konuda biraz iyi oldu fakat tam olarak değil.

Bu açıdan baktığımızda körü körüne İstanbul'a adım atmak saçma geliyor. Çünkü bu işin başında emekliyorsanız kimsenin size ihtiyacı olmaz, varlığınızdan haberleri yoktur ve ihtiyacı siz oluşturursunuz. Bunun için kendinize güvenmeniz gerekiyor. Ben şahsen biraz güveniyorum. Bunu yüzsüzlük veya ego değil, yaptığınız işe mantıklı bakma olarak algıyabilirsiniz. Çünkü verdiğiniz emek, başarı ölçütünüz, yaratıcılığınız eşittir özgüven denebilir. Okulumdan örneklemem gerekirse, benden önceki dönemlerden ve mezun olduğum dönemdeki genel uzaktan baktığımda, çoğunun standart bir şekilde ya basit veya ucuz bir işe girip çalıştıkları, ya da çalışmadıklarını görebiliyorum. Bir kısmının aile rahatlığı vardır belki orası ayrı tabii ki ama gidip başarısız olanları da biliyorum. Bu önünüzde biraz kıstas olsa da, okul hayatı boyunca okul projeleri dışında bir şey yapmamış, tasarımla ilgilenmemiş insanlarla kendimi bir arada maalesef tutmuyorum. Çünkü ben şansımı kendimin yaratabileceğine inanıyorum. Zaten şu an ki tüm kararsızlığımın sebebi de bu. Onlar gibi düşünseydim şu an bir işte çalışıyor, bu yazıları yazmıyor olabilirdim. Örneğin, ben İstanbul'da 1800-2000 TL'lik işi reddedebiliyorum. Bunun iki sebebi var, birincisi benden bir kişilik iş beklemiyorlar, dolayısıyla birkaç kişinin yapacağı işi yapmak için, ücret en azından biraz daha etkin olmalı. İkincisi, İstanbul'a taşınıp 1000-1500 lira kira verip 300-500 TL ile yaşamak zorunda kalıp, nefesim kokacaksa neden İstanbul'a gidiyorum? Hele de hayat İstanbul'da bu denli pahalıyken.. Benim mantığımda, Ankara'da benden istenilen normal bir işte çalışıp (atıyorum arayüz tasarımı veya grafik tasarım) 1500-2000 TL kazanabileceğimi biliyorum. Evimin şu an için hali hazırda orada olması da benim için bir avantaj. Tüm bunları düşününce, çalışma anlamında, böyle bir düşünce lüksüne sahip olabiliyorum. Maalesef iş konusunda herkes şu mantıkta yaşıyor. Sana o kadar parayı vermezler ki? Hiçbir şey öğrenmeyip, kendini geliştirmeyip, sadece okul için proje yaptıysan; "üzgünüm ama evet!" gelişime kapalı birine bu kadar para vermezler. Fakat kendini geliştirmeye açık tutup, elinde birkaç yüzük barındırınca biraz olsun daha etkili oluyor.

Bugün kendim için baktığımda, Grafik Tasarım bölümü mezunuyum. Bir grafik mezunu olarak kurumsal kimlik, logo tasarımı, broşür/katalog, poster, ambalaj tasarımı, reklam, vs. yaptığım kadar, bunun yanı sıra kendimi geliştirmeye çabalayarak, hem fotoğraf hem de video alanında kendimi geliştirmeye devam ediyorum ki hatta bazen ilgimin cinematography kısmına kayıp, görüntü yönetmenliğine mi yönelsem düşünceleri de kafamı kurcalamıyor değil fakat o ayrı bir uğraş gerektiriyor. Hatta bu videolar konuda çalışmasını sürdürdüğüm çok ciddi bir işte var, bir dostumla, bu kısmı daha süpriz. Detaylar sanırım 2015 Ocak ayına kadar gizli kalır. Her neyse, o yüzden bu çok ayrı bir alanda yer almaya devam ediyor. Buna ek olarak, arayüz tasarımıyla ilgileniyorum hatta daha çok keyif aldığım söylenebilir. Çünkü daha çabuk yenileniyor ve kendinizi hep yeni tutmalısınız. Web kadar mobil arayüz tasarımı da beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin Android yeni yeni Google'ın "Material Design" yapısı geliyor olsa da, Apple iOS'un arayüz tasarımlarına hayranlık duyuyorum. Bu da ilgi alanımda beni yakın tutuyor. Tabii ki bunların yanında da 3 boyutlu / 3D ilgilendiğimi eklemem gerekir. Hayat Kimya / Molped, Test (Bingo), Atelier Rebul, Giztat gibi firmalarla da katalogları için 3 boyutlu tasarımlar yaptım, Motion / Animasyon, 3D Animasyon ve After Effects ile de ilgim bulunduğundan biraz olsun, kendimi rakiplerimin en azından bir kısmından belli bir şekilde ayırt ediyorum. Elbette belli konuda tamamen uzmanlaşmış kişilerle kıyaslanamaz bu kadar fazla şeye sahip olmak fakat bir şeyleri tamamen bunu yapmalıyım diye seçmeden önce hepsiyle ilginiz olması gerektiğine inanıyorum.

Tüm bunlara baktığımda, taşın altına gerçekten elimi koyduğumda, sahiplendiğimde çok fazla şey başaracağıma inanıyorum, çevremde de bu görüş böyle. Ama yine de şehir konusundaki bu kararsızlıklar beni çok fazla yoruyor. Düşüncelerimi tamamen kapatıyor. Ankara konusunda, belirli bir çevre var ve buradan alıp yürümek mi daha mantıklı onu da bilmiyorum.

Genel kanıya ait olarak, tıpkı sanatçılar gibi, Ankara'da artık tohumlar ekildi sanrım artık biraz yeşerdim dedikten sonra, İstanbul'a adım atma zamanı geldi mi demeli, yoksa Ankara'ya artık alıştık, burada bir düzen kurup, yerleşip sakin bir yaşam sürmeli mi demeli? Ya da tüm bunların arasından bir şans kapısı aralayıp, yurtdışında mı çalışmalı?

Eskiden askerlik vardı, askerliği yapana kadar düşünmem dediğim tüm sorular artık askerliğimi de yaptığımdan dolayı kapımı aşındırmaya başladı. "Sivil hayat" denen şey, yaşam kaygısı ve artık bir düzen oluşturma çabaları insanı oldukça yoruyor. Bu yüzden bazen keşke büyümeseydik desem de, maalesef bu kararsızlıklardan sıyrılıp bir adım atmak gerekiyor. İstanbul mu, Ankara mı ya da daha ötesi mi soruları artık yavaş yavaş sonuçlanması gerekiyor. Eylül geliyor, ayakları sağlam basmaya başlamanın vakti de yakın..

Tagged: 3d · ajans · ankara · cv · fotoğraf · grafik · istanbul · kurumsal · logo · motion · portfolyo · reklam · tasarım · Video · yurtdışı
Comments

No Comments.

Leave a replyReply to

View